21 Kasım 2010 Pazar

The Other Guys - Yedek Polisler (2010)


The Other Guys [IMDB Puanı:6.8/10], 2010 yapımı bir Adam McKay filmi. Aslında gayet gülüp eğleneceğim bir film bekliyordum. İşin içinde Will Ferrell vardı, komedi denince son zamanlarda akla gelen isimlerdendi. Onun dışında kadronun devamında Eva Mendes, Samuel L. Jackson, Mark Wahlberg, Michael Keaton gibi isimleri gördüğümüzde merakımız biraz daha artıyor tabiki de. Filmden biraz bahsedersek, New York Polisi dedektifleri Christopher Danson ve P.K. Highsmith (Dwayne Johnson ve Samuel L. Jackson) şehrin en sıkı ve en sevilen polisleridir. Şöyle ki adamlar 3 gram kokain var die iki herifi manyakçasına kovalama sahneleriyle başlıyor film. Adamlar işi o kadar taşşağa bağlamışlar o kadar eğleniyorki şehir umurlarında deildir. Ortalığın mına koyup geçiyorlar, indirmedik cam çerçeve kalmıyor. Şehre milyon dolar hasarın ardından herifleri yakalarlar ama gel gör ki kimse onlara bi bisey diyemez. Hatta gazeteciler sorar: "yahu 3 gram kokain var die 3 milyon dolarlık hasar, bu ne hayvanlıktır dedektif Highsmith, neler hissediyorsunuz açıklar mısınız?", cevabı ise gayet alakasız bir sekilde seyirciye oynayaraktan şöyle olur: "new york seni seviyorum aman tanrım..." Aslında koy götüne gitsin tarzı bi cevaptır bu. Ama genelde klasik polisiye amerikan filmlerinde de oldugu gibi bi ton çatışmanın, kanın ve hareketin içinde olan bu polislerdir ve onlar hep bir numaradırlar, herkes onlara hastadır, butun guzel hatunları onlar kapar, eglence, karizma, falan filan vs hersey onlarda mevcuttur. Bi de arka planda olan polisler vardır, bütün gün ofiste oturup g.t büyüten, durmadan neskayfe, çay, çörek, börek yiyen, hiç bir zaman bir numara olamayan ve olamayacak olan polisler vardır. Onlar digerleridir(The Others!). Onlar sürekli ezilen, hor görülen, sövülen, adeta insandan sayılmayan bir topluluktur. Gamble ve Hoitz (Mark Wahlberg ve Will Ferrell) digerleri adına bu ezikliği en çok içlerinde hissedenlerdir. Önlerine gelen bi dava ise onlara kahraman olmaları için bir fırsat verecektir ama o kadar sakar ve denyolardır ki davanın içine sıçtıkça sıvayacaklardır. Bu diger polislerin, ezilmişlerin hikayesidir aslında. Filmin geneline bakarsak belli espriler ve sahneler dışında pek fazla gülünecek yerleri yoktu bana göre. İnsanları daha çok güldürmeye çalışıcam die uzun uzun diolagların dozu artırılarak aslında iice saçmalatmaya doğru yol almış hersey. Şunu da eklemeden geçemicem, film daha yarısına gelmeden o baştaki eğlencesini ve havasını kaybetti gitti nerdeyse diyebilirim. Sonuç olarak bu filmi izlesem ne olur izlemesem ne olur die de ikilem de kalmayın bence. Çünkü izlesen de izlemesen de bi bok fark etmez. Ya da neyse izleyin siz bilirsiniz.

17 Eylül 2010 Cuma

We Were Soldiers - Bir Zamanlar Askerdik


2002 yılında gösterime girmiş bir Randall Wallace filmi We Were Soldiers. Savaş karşıtı bir film oluyormuş kendisi, öyle söylemişlerdi çıktığında. Son yirmi yıldaki tüm savaş filmleri savaş karşıtı film oldu zaten.

Savaş filmi savaş filmidir kardeşim. Savaş karşıtıysan, savaş filmi yapmazsın. İnsanları savaştan soğutma amaçlı film yapamazsın. Zaten savaş karşıtı olan adam, savaş filmine de gitmez, savaş karşıtı filme de. Senin çektiğin savaş karşıtı filme kana susamış, havada uçan kollar bacaklar seyretmek isteyen adamlar geliyor zaten. Ben de o yüzden izliyorum. Şiddet için. Bakalım ne kadar iyi yapmışsın şiddeti?

Daha sonra Ölüm Vadisi olarak adlandırılacak olan gözleri bozacak derecede yeşil ve huzurlu bir bölgesinde geçiyor Vietnam'ın. Barış ve huzur götürmek için bu topraklara ayak basan 400 genç ve cesur Amerikan baba, oğul ve kocanın 2000 sinsi, yaygaracı ve toprakta yetişmiş anasız babasız Vietnam askerine karşı verdiği mücadeleyi anlatıyor film. Savaş karşıtlığı ile ön plana çıkan bu yapımda bolca da "Ya biz Amerikalılar ne kadar yüce insanlarız; bir karşılık beklemeden dünyanın her yerine barış götürmek adına karımızı çocuğumuzu evde bırakıyoruz, ölüyoruz falan kıymetimizi bilseler bari" mesajı alıyoruz. Sürekli bir "Hanımla çocuğa selam et benden, bayramda merazırımı ziyaret etsinler, üç Kulhüvallah bi Elham okusunlar" türünden sömürü. Spoiler vermek gibi olmasın; napalm bombalarıyla, ağır makineli tüfeklerle bayağı bir barış getiriyorlar filmin sonunda.

Bu kadar bahsederek hakettiğinden kat kat fazla bahsettiğim bu filmi ne için izleyelim diyen olursa verecek pek olumlu bir yanıtım yok. Kariyerinin en şevksiz Mel Gibson'ını, kariyerinin en iğreti rolünde Greg Kinnear'ı ve tam da ufak bir ivme yakalamış, gözlerimiz her yeni filmde yavaş yavaş aramaya başlamış Barry Pepper'ın çöküşünün nasıl başladığını görmek için izleyebiliriz. Yönetmense sadece birkaç görsel fikir üzerine çekmiş bu filmi; orası çok belli. Onları da izleyin (napalm sahnesi, havan topunun soğutulması, işaret fişeği sahnesi...). Ya da izlemeyin, daha iyi olur. Fragmanını izleseniz yeter de artar.

8 Eylül 2010 Çarşamba

Spartacus: Blood and Sand


2010 yılının en gözde dizisi konumunda Spartacus: Blood and Sand. Starz diye bir firma yapmış dağıtımcılığını. Yani benim başta sandığım gibi HBO dizisi değilmiş. Zaten birkaç bölüm sonra da anlaşılıyor HBO dizisi olmadığı.

Şimdi, Spartacus'ü duymayan yoktur herhalde. Koskoca Roma'ya baş kaldıran köle. Hikayesi oldukça sıradan bir hikaye olarak başlıyor; Roma'da köle olarak hizmet vermiş diğer tüm insanlar gibi. Gerçek Spartacus'un hikayesini ilginç yapan, farklılaştıran; isyan ettikten sonra ortaya koyduğu performans. Hem fiziksel becerisi, hem de toplulukları ardından sürükleyebilmesi; gladyatörlerin arasından çıktığı sıradan insanların çok ötesinde. E bu adamın da tarihi gerçeklere bağlı kalarak (artık ne kadar gerçek biliniyorsa) filmi yapılmış zaten. Hem de öyle bir yapılmış ki; başrolünde Kirk Douglas oynamacasına, dört Oscar almacasına. Peki, gerek var mı bir de diziye?

Filmi çekilmiş, aradan ta elli sene geçmiş. Niye kurcalarsın ki? Aslında kurcalamanın nedeni belli: İçerik; bol bol gladyatör, bol bol entrika, acı intikam, fakirler ve sürekli iç içe yaşadıkları inanılmaz zengin insanlar. Ne demek oluyor bu? Şimdi, bol gladyatör, bol bol çıplak erkek vücudu demek oluyor ki bu da bayanları çekmek için tarihi yapımlarda bir numaralı kuraldır. Yoksa izlemez bayan seyirci. Sıkılır. Ancak İngilizlerin tarihiyle ilgili birşeyler olursa işte. Kontesler, düşesler, kraliçeler falan olursa o şekilde. Bol entrika, bir sonraki bölüme kadar seyircinin kafayı yemesi demek. Dizi mükemmeldir, ama bölümün sonuna hiç de s.kimizde olmayacak bir merak unsuru koyarlar; sonra da soğuturlar diziden. Spartacus'de öyle bir hataya düşmemişler. O iyi. Acı intikam, seyircinin sadece bir sonraki bölümü değil, dizinin ta en sonunu merak etmesi için gerekli bir unsur. O zaten hikayenin doğasında var. Fakirler ve zenginlerin sürekli iç içe, aynı karede olması da seyircinin diziye an be an bağlanmasını sağlayan bir diğer unsur; çünkü seyirci taraf oluyor. Zengin = para pul içinde ne b.k yiyeceğini şaşırmış, fakiri ezmek için kullanıyor parayı sadece (özetle, basitçe bu). Şimdi tek tek ele aldığım bu unsurların hepsini bir araya getirip düşünelim bir de: Bol bol gladyatör, bol bol entrika, acı intikam, fakirler ve sürekli iç içe yaşadıkları inanılmaz zengin insanlar. Ne çıkar buradan? Tabii ki seks! Allah'ım, ben böyle fantaziler, böyle pozisyonlar görmedim. Geçtim zaten HBO'yu, Brazzers gibi, Naughty America gibiydi dizi.

Kısaca, daha birkaç yıl önce misler gibi Rome izledik. Tarihi gerçeklere bağlı kalmış olmasına, minimum aksiyon ve s.kiş barındırmasına rağmen mest etmişti. 300'de kullanılan teknolojiyi kullanıyoruz diye, sağda solda kafaların kolların uçuştuğu, milletin ulu orta s.kuştuğu birşeyler mi çekmemiz lazım? Cesur ve Güzel gibi olmuş zaten konusu da. Gerçeklerle alakası yok. Kardeşim, ben bu diziyi doğla olarak Rome ile karşılaştırırım. E olmamış. Rome Godfather'sa, Spartacus: Blood and Sand ancak Running Scared olabilir. Hayır, ben Running Scared kötü bir film demiyorum ama Spartacus'ün dizisini çekeceğim dersen, böyle popüler kültür öğelerini kullanamazsın hacı. Kullanırsan, aynı bu örnekteki gibi çektiğin dizi Spartacus olmaz. Başka birşey olur.

Son olarak, bu diziyi kimler izlesin biliyor musunuz? Tarihi dizi izlemeyi sevmeyenler izlesin. Olayları belli dönemlerin gerçeklerine göre değerlendirmeyi sevmeyenler, "O zamanın parasıynan ellibin marka aldıydıh" gibi cümleler zihninde hiçbir anlayışı tetiklemeyenler izlesin. Konulu porno sevenler izlesin. Dayak - dövüş - kan sevenler izlesin. Bir de "Lucy Lawless kalas gibi karı lan, erkeğe benziyo" diyen aq evlatları izlesin de, kapak olsun. Bunlar dışında beklentileri olanlar izlemesin. Eğer bu beklentilerle izlerseniz müthiş bir dizi. Yok, ben Spartacus izleyeceğim diyorsanız bi 50 sene daha beklersiniz.

9 Ağustos 2010 Pazartesi

Inception - Başlangıç

2010 yapımı Christopher Nolan filmi Inception. Aslında bir film değil, ukde. 1998 yapımı Following'de de yine Cobb karakteri, yine deneyimli bir hırsız vardı: buradan da anlaşıldığı üzere Inception gayet kişisel bir film Nolan için.

Film her Nolan filmi gibi bir telaş, bir etek tutuşması şeklinde geçiyor. Bir dakikalık bir duraklama bile yok, sanki fragman izliyormuşuz gibi. Adamın tekniği bu; ambale ediyor izleyiciyi; "Lan dur az önceki neydi, ne oluyor lan burda?!" dedirtiyor her dakikasında. Belki de diyalog ağırlıklı sahnelerde zayıf kalacağını düşündüğündendir, belki seyircinin dikkatliliğinden çekinip ayrıntılara takılmasını engellemek içindir bilemem ama aynı anda hem rahatsız edici hem de acaip keyif verici bir tarz.

Inception'un bir film olmadığını belirtmek gerek. Bir deneyim. Hedef kitlesinin kim olacağı kestirilemeyen pahalı bir eser yapma riski almış Nolan, başarılı olmuş. Kadronun ve oyunculukların mükemmel olduğu bir film ama aslında oyunculuğa falan gerek yok. Film bir senaryo ve kurgu harikası. Oyuncular da o kadar iyi seçilmiş ki, "Şu rolde kim daha iyi olurdu acaba?" diye kime sorsam daha iyi bir isim veremedi.

Son olarak, "Bu filmi niye izleyelim?" diye sorulacak olunursa; Nolan'ın her yeni filminde daha da derinlemesine kullandığı hayalgücünün geldiği noktayı görmek için, başrollerinden figüranlarına kadar "aa ben bu adamı hangi filmde görmüştüm?" diye beyin cimnastiği yapmak için, Nolan'ın kendine has fizik kurallarını dünyasına nasıl uyguladığını ve otelde geçen sahneleri görmek için cevabı verilebilir. Bu filmi niye izlemeyeyim diye sorancak olanlar için verecek cevabım yok; Allah'ınızdan bulun.

7 Ağustos 2010 Cumartesi

Solomon Kane


2009 yapımı bir Michael J. Bassett filmi Solomon Kane. Fantastik bir film, hangi dönemde geçtiği hakkında bir fikir vermeye çalışıyormuş gibi yapsa da yok öyle birşey. Diğer düşük bütçeli çizgi roman uyarlamalarındaki gibi araya sıkıştırılmış zevzek karakterler, baş kahramanın izleyen tüm yaş gruplarına kendini sevdirmek için yaptığı abuk sabukluklar bu filmde yok. Yani karakterler "Ehe ehe, senaryo da yönetmen de beş para etmez ama biz de oynuyoruz işte, ekmek parası n'apalım?" demiyor diğer örneklerin aksine. Ha film iyi mi oluyor böylece; kesinlikle hayır.

Filmin başrolünde oynayan, hep benzer rollerde takılan James Purefoy. Yakışıyor adama böyle tiplemeler de, yapıştı kaldı adamın üzerine. Yaşı da geçiyor; bir romantik komedide falan oynatsalar da, erken emekli olmak zorunda kalmasa.

Neyse, böyle bir film için lafı uzatmanın alemi yok. Düşük bütçeli, sessiz sedasız vizyona giren, görsel efektlerde masraftan kaçınılmış ve tüm bunlara rağmen kendini ciddiye alan filmleri sevenler izlesin bunu. Oyuncu kadrosundaki sürprizleri görmek için de izlenebilir tabii ki; şaşırtma konusunda başarılı olacaktır bu çapta bir film için. İzlemek için başka bir neden aramayın; bulamazsınız.

3 Ağustos 2010 Salı

Tystnaden - Sessizlik

---İzledikten sonra okunsa daha bir iyi gibi sanki---

1963 yapımı, adı gibi sessiz sedasız bir İngmar Bergman filmi Tystnaden. Bu adamcağızda bir rahatsızlık var; romanla hatta şiirle bile anlatılamayacak komplike duyguları ve psikolojik olayları konu alma. Bu nedenle herhangi bir Bergman filminde kendinizi başrolde görebilirsiniz; bir kadın olsa da Ester karakterinin bana benzerliğini görünce dehşete kapıldım. Kendisine ait bir resim görmedim henüz ama sanırım bu filmi çekerken bütün saçlarını yitirmiştir. Zaten Bergman filmlerinde her zaman (3 film izledim artislik yapıyorum, evet) spesifik karakterler vardır ve ruh hallerine yolculuk yapılan bu karakterlerin psikolojileri çok matematikseldir; her davranışın altında gizli bir neden vardır, her deneyim bir huyu tetikler, bıdı bıdı. Bununla birlikte, karakterlerin davranışlarının farklılıklarını ise algıları belirler. Yazarken bile anlamakta zorluk çektiğim bu "şey"i Bergman yemiş bitirmiş ve bunu karakter üretmek için basit bir yöntem olarak kullanmış filmlerinde. Şimdi bu savın ışığında filmin ana fikrini anlatmayı deneyeceğim; "kısaca" şöyle:

"İletişim kurmak insan için temel bir ihtiyaçtır fakat bu ihtiyacı görmezden gelmek d
e bir tercihtir. Herkesin kendine özgü bir iletişim kurma biçimi vardır ve bu biçim insanların birbirlerine olan tahammüllerini etkileyen birincil faktördür.

Sevginin en saf biçimi beklentisiz, çıkarsız olandır ki bu sevgi asla karşılıklı olmaz. Seven kişi hayatının düzenini sevdiğine faydalı olmak ve onunla birlikte olmak için değiştirmeye hazırdır veya halihazırda değiştirmiştir; bu yüzden bu tek taraflılık, seven kişinin (A kişisi) haksızlığa uğramış hissetmesine yol açar ve umutsuzluğa sürükleyip saldırganlaştırır. Sevilen kişi (B kişisi) için gördüğü ilgi fazla gelecek, yoğun ilginin altında bir çıkar arayıp bulamayınca o da agresifleşecek ve gördüğü ilginin yoğunluğu yerine A kişisinin agresifliğine odaklanıp ilgi algısının yerini nefret algısıyla dolduracaktır. B'yi bunalıma sürükleyen, gördüğü ilgiyi hak etmediği düşüncesidir fakat bu durumu kabullenemeyişini A'nın kibirli oluşu ilüzyonuyla örtmeye çalışır: A, B'nin kendisine zarar veren hareketlerini tanımlamakta, bu hareketlere son vermesi için telkinlerde bulunmaktadır; yani B'yi kendisinden daha iyi tanıdığını iddia etmektedir ki, bu kibirdir B için. B kendisini aşağılanmış olarak görmeyi tercih edecek, kolayına kaçacaktır. Burada A iletişim kurmak isteyen taraf, B ise iletişim kurmaktan delicesine kaçan taraftır. A'nın iletişim kurma isteği karşı tarafın engeline takıldıkça A bunalıma girecektir. B ise iletişim kurmamak adına aşırı hareketlerde bulunacak, kendi dikkatini dağıtmak için çaba sarfedecektir. Kendi zararlı hareketlerinin zararlarını kabul edecek fakat bu hareketleri ortadan kaldırmayı reddedecektir; B bu hareketlerini kişiliğinin birer parçası olarak göstermeyi seçecektir ve bunu yaparken şiddetli yollara baş vuracaktır. Bu B'nin amacına hizmet eden bir savunma mekanizmasıdır çünkü A'nın temel isteği gösterdiği ilginin karşılığını beklemekse de, kendine koyduğu amaç B'yi kendi kendisiyle hesaplaşmaya zorlamaktır. B'nin ilgisini kaybetmek, öngörmediği bir sonuç değildir ve bunu kabullenmeye çalışacaktır (ama başarısız olacaktır). Kısacası B'nin kaçmaya çalıştığı A değil, kendisidir. A, B'nin kendi benliği ve vicdanıyla arasında köprü olma görevini üstlenmiştir ama B, kendisiyle karşı karşıya gelmekten korkmakta, kendisiyle hesaplaştığında borçlu çıkacağını bilmektedir.

A'nın ilgisi, karşılık göremeyişinden ileri gelen sert tavır ve B'yi kendisiyle hesaplaştırmada başarısızlık; B'nin eline A'yı suçlamak için yeni bir koz verecektir: Yargı. B, A'yı kendi değerlerini yargılamakla suçlayacak, A'yı ötekileştirmeye çalışacaktır. A ve B'yi çözümsüzlüğe itecek olansa, iki tarafın da kendisinin nerede haksız olduğunu görememesi durumudur. A haklıdır; B hareketlerinin zararını görecektir ve bunun önüne geçmek için çabala
makta, b'nin acı çekmesini veya kaybetmesini engellemeye çalışmaktadır. B haklıdır, hiç kimsenin bir diğerini yargılamaya hakkı yoktur, yargılamak kişinin özgürlüğüne müdahale etmektir. Ancak kişilerin duygularının net bir şekilde birbirlerine iletilmesi durumunda iletişim sağlanabilir: A, B'nin acı çekmemesi için çabalamaması gerektiğini anlamalıdır; B öğrenmek için acı çekmek ve defalarca kaybetmek zorundadır; hatta belki hiç kazanamayacaktır. B, A'nın amacının saflığını anlamalı, bir yargıyla karşılaşmaktan korkmak yerine kendi iyiliği adına A'nın fikirlerine kulak vermelidir."

"Özet geç piç" dediğinizi duyar gibi oldum ama bu bir İngmar Bergman filmi. Adamın aklını alır aklını. Burnumdan beyin sıvım akarak yazdığım bu yazıdan birşeyler anlayıp beğenen olursa çok sevineceğim, çünkü yazdıklarımdan hiçbir şey anlamadım. Kafa bırakmadı bende.

1 Ağustos 2010 Pazar

Persona

1966 yapımı bir Ingmar Bergman filmi Persona. Bergman filmi olduşundan mütevellit yine psikanaliz, yine ahlaki değerler, yine Bibi Andersson, yine Liv Ullmann. Hiç ses çıkarmadan dünya kadar şey anlatan bir film.

Öncelikle "persona" nedir ona bir bakalım: Kelime anlamı olarak "maske". Aynı zamanda analitik psikolojinin kurucusu Carl Gustav Jung tarafından ortaya atılmış bir kavram. Jung'a göre insanların yaşam alanlarına, çevrelerine, ortamlarına göre farklılık gösteren personaları olabilir. Bazı çevreler, diğer çevrelerde sergilenen duyguların bastırılmasını zorunlu kılıp başka duyguların ön planda yeralmasını isteyebilir. Kısaca bir insan gün içerisinde bile bir ortamda diğerindekinden taban tabana zıt bir kimliğe bürünebilir. Sorun, hangisinin kişinin gerçek kimliği olduğudur.

Film bir ders gibi. Açılışındaki ilk beş dakikada zaten birşeyler olacağını anlıyorsunuz psikanalizle ilgili. Psikanalizin eğildiği ne kadar tema varsa bir resmi geçit yapıyor gözlerimizin önünde. Film hakkında aslında dahasını söylemek spoiler vermek olur. Rahatlıkla söylenebilecek birşeyler varsa onlar da film boyunca kişilik bölünmesi, depresyon ve paranoya hakkında ders alacağımız, mükemmel oyunculuklar izleyeceğimiz, görsel anlamda zamanının çok ötesinde sahneler izleyebileceğimizdir; özellikle 1:11:20'de sonlanan sahne.

Değinmeden geçemeyeceğim; Bergman yine kırmış geçirmiş. Varoluş üzerine söyleyecek şeyleri her zaman var zaten bu adamın. İnsanların kendilerindeki sınıf farkı algısına vermiş veriştirmiş; insanları statülerinden arındırıp ortak yönleriyle ele almış. Bunu yaparken de uyarmış; izleyicinin gözüne sokarak "geliyor şimdi eleştiri" demiş ( Alma: "Elleri kıyaslamak uğursuzluktur, bilmiyor muydun?). En değişiği de, bir tabu olarak ahlakın değerinin ancak sınırları aşıldığında anlaşılabileceğini vurgulamış yine. Bergman filmleri ahlakı gereksiz bir tabu olarak görüyormuş, yerden yere vurmayı görev edinmiş gibi bir his yaratır ilk kez izleyenlerde. Tam bir Freud öğrencisidir bu konuda: "Cinsellik bir tabudur, korunmalıdır; ama cinselliğin ne kadar önemli ve korunması gereken bir tabu olduğunu ancak o tabuyu yıkarak öğrenebilirsiniz ki; bu yıkılan tabu ruhunuzu savunmasız bırakmadan tekrar inşa etmelisiniz." Zaten bu tabunun yıkılmış ve zamanında tamir edilmemiş halini de "Tystnaden - Sessizlik" filminde işlemiş, o da bir not olsun.

Son olarak; niye izleyelim bunu derseniz insan beyninde ve ruhunda müthiş ve yoğun bir yolculuğa çıkmanız için derim; bir buçuk saat bile değil. Bir başka neden Bibi Andersson'un güzelliği olabilir ki, çok da geçerli bir neden olur. Bir de İskandinav filmlerindeki o durgunluğun, durağanlığın bir gelenek olduğunu, sonradan ortaya çıkmadığını görmek için izlenebilir. Niçin bu filmi izlemeyelim diye soranınız olursa da son derece durgun olduğu ve çok fazla metafor içerdiği için izlemeyin diyebilirim. Bu nedenlerle bu filmi seyretmeyecek olanlar için önerim Fast and Furious, Matrix, Borat falan.

14 Nisan 2010 Çarşamba

A History Of Violence - Şiddetin Tarihçesi

2005 yapımı bir David Cronenberg filmi A History Of Violence. Viggo Mortensen'li, Maria Bello'lu (canım benim...), William Hurt'lü ve Ed Harris'li kadrosuyla çok şahane bir filim. Yani kağıt üzerinde. Dışı seni içi beni yakar ama, gel bir bakalım.

Cronenberg denen adam filmlerinde öylesine rahat, öylesine içinden geldiği gibi hareket ediyor ki, belli bir mantık çerçevesi içerisinde filmi anlamanız için durdurup durdurup düşünmeniz gerekebiliyor. Çok kendine has, karakteristik bir şahıs Cronenberg. Ha; güzel mi, herkes beğenir mi derseniz çok değişik bir damak tadınız olması lazım bu adamdan zevk almak için. Hayvancasına gerçekçi ve vahşi şiddet sahnelerine hazır olmanız gerek en başta, onun dışında sakin bir kafaya da ihtiyacınız olacak.

Kısaca Cronenberg denen adamı tanıtmaya çalıştık. Şiddetin Tarihçesi hakkında devam etmek isiyorsak şunu diyeceğim: Yukarıda Cronenberg hakkında dediklerimi unutun. Bu film, kesinlikle bir Cronenberg filmine benzemiyor; şiddet ve cinsellik içerikli sahneler dışında. Sanki biri adama demiş ki "Lan acaip, ucubik filmler çekip duruyorsun. Dünya gözüyle efendi gibi bir film çekemeden gideceksin. Numunelik bir tane yap da, öldükten sonra torunların izlerken utancından mezarında dönmeyeceğin bir eserin olsun". Hayır, yine becerememiş. O kadar basit, o kadar anlaşılabilir bir ilerleyişi var ki, olaylar bir an bile sizin tahmin edebildiklerinizin dışına çıkmıyor. Hareketli sahnelerde aynı 3. sınıf dövüş filmlerinde gösterdiğim tepkileri gösterdim; 3 tane mafya tetikçisi bir oda içerisinde bir adamı vuramadılar mesela. Bu adamın filminde bu olmamalı.

İşin en ilginç kısmından da bahsedelim. Bu filmin Imdb notu tam "7.6". Tamamiyle anlaşılmaz bir durum. Filmle ilgili bir diğer eleştiri noktası ise oyunculuk. O canım, o dünyalar yıldızı oyuncular bu filmde okul müsameresinde oynar gibiler. Sanki ısınamamışlar filme. Çok itici olmuş. Ama ne yapmış akademi? O oyuncular içerisinde rolü hem en kısa olan, hem en basit olan, hem de en kötü oynayanını Oscar'a aday göstermiş. Ben de burada anlatayım bu film şöyle kötü böyle kötü diye. Hiç inandırıcı olmuyorum işte.

Son olarak, bu filmi izlemek için neden arayanlara eğilelim. Bu kadar iyi oyuncudan nasıl bir tane doğru düzgün oyunculuk çıkmaz onu görmek için olabilir. Sinema tarihinde işlenmiş en sıradan "geçmiş insanın yakasını bırakmaz" ve "tövbesini bozmak zorunda kalan adam" hikayelerinden birini izlemek için de olabilir. Ama kesinlikle 7.6 notu hakeden bir film izlemek için edinmeyin bu filmi. Üzülürsünüz.

1 Mart 2010 Pazartesi

Ayak Ucuma Koymam Seni!


1971 yapımı bir Stanley Kubrick filmi A Clockwork Orange, hem de "Nasıl olur da bu herif böyle bir film çeker arkadaş?" dedirtecek türden bir Stanley Kubrick filmi...

"Oğlum çok acaip lan" dediler, ondan izledim. Biri eğer bana bişeyin acaip olduğunu söylüyorsa, o şey kendini bana beğendirme macerasına 1-0 yenik başlar zaten. Karşıdakinin şoka uğramasına neden olan, eğlendirip şaşırtan şeyleri küçümseyip de ne kadar banal şeyler olduklarını bir iki sağlam temele dayandırarak anlattım mı, keyfime diyecek olmaz. O dakikadan sonra karşımdaki kişi zevklerinin ne kadar avam, hayalgücünün ne kadar dar olduğunu düşünmeye başlayacak; benim beğenime olan saygısını gözünde kat kat yükselterek kendi tercihlerini benimkilerle ilişkilendirmenin yollarını arayacaktır. Bu her zaman kolay olmaz tabii ki. Gerçekten eleştirilip yerden yere vurulacak en az bir yanının olması gerekir bu "şey"in. Sen, sevgili portakal, bünyende kendini yerden yere vurduracak bu kadar şey taşıdığın için gerçekten çok teşekkür ederim.

Ne kadar zamanının ötesinde olduğunu düşünüyordun bilemem ama, gelecek öngörüne bakarak bikaç yıl sonrasındaydın heralde. Yaşlı amcaların beline beline sopalarla tolşok ederek, devoşkalara tecavüz ederek özgün olmayı başardığını ve "geleceğin ahlaki çöküntüye uğramış dünyası" modelini layıkıyla verdiğini düşünüyorsun ama bir haber vereyim; yüzyıllardır insanlar dayak yiyor, kadınlara tecavüz ediliyor. Eğer bir başarın varsa, seni seyreden birkaç yaşlı teyzenin elleriyle gözlerini kapatmaya çalışacak kadar rahatsız olmasıdır.

Pervasızca, azami miktarda metafor ihtiva ettiğini haykırdığın için izledim seni asıl. Yoksa kimsenin tavsiyesiyle bişeyler izleyecek kadar olmadım daha, olmam da umarım. Metafor deyince insanın aklı başından gidiyor, gözlerini yuvalarından dışarı dışarı çıkarıyor "bişeyler diyecek film şimdi anlamam lazım" diye. İdrak yollarımda tıkanıklık var zannettim başlarda, ama sahiden de metafor metafor diye cayır cayır yırtındığın, seninle aynı zamanda çekilen milyonlarca film gibi "kaka komünizm, baskıcılık yaparsanız aha böyle olur"dan öte değilmiş. Kendinle gurur duy; tüm marifetin, şiddetinle Testere'lere, politikliğinle de Otel'e esin kaynağı olmak.

Yazıklar olsun. Senelerce seni seyretmeyerek ne de iyi yapmışım. Keşke hiç seyretmeseydim. Bestseller bir romandan uyarlama bir filmden sonra insanın aklında filme dair kalan şey "ben bir sürü meme gördüm" olmamalı... Hayır, senin yüzünden annemin soyup soyup sobanın üstüne "bak sana filo kurdum!" diye istiflediği portakal kabuklarına ait anılarım mundar oldu, ona yanıyorum.