9 Ağustos 2010 Pazartesi

Inception - Başlangıç

2010 yapımı Christopher Nolan filmi Inception. Aslında bir film değil, ukde. 1998 yapımı Following'de de yine Cobb karakteri, yine deneyimli bir hırsız vardı: buradan da anlaşıldığı üzere Inception gayet kişisel bir film Nolan için.

Film her Nolan filmi gibi bir telaş, bir etek tutuşması şeklinde geçiyor. Bir dakikalık bir duraklama bile yok, sanki fragman izliyormuşuz gibi. Adamın tekniği bu; ambale ediyor izleyiciyi; "Lan dur az önceki neydi, ne oluyor lan burda?!" dedirtiyor her dakikasında. Belki de diyalog ağırlıklı sahnelerde zayıf kalacağını düşündüğündendir, belki seyircinin dikkatliliğinden çekinip ayrıntılara takılmasını engellemek içindir bilemem ama aynı anda hem rahatsız edici hem de acaip keyif verici bir tarz.

Inception'un bir film olmadığını belirtmek gerek. Bir deneyim. Hedef kitlesinin kim olacağı kestirilemeyen pahalı bir eser yapma riski almış Nolan, başarılı olmuş. Kadronun ve oyunculukların mükemmel olduğu bir film ama aslında oyunculuğa falan gerek yok. Film bir senaryo ve kurgu harikası. Oyuncular da o kadar iyi seçilmiş ki, "Şu rolde kim daha iyi olurdu acaba?" diye kime sorsam daha iyi bir isim veremedi.

Son olarak, "Bu filmi niye izleyelim?" diye sorulacak olunursa; Nolan'ın her yeni filminde daha da derinlemesine kullandığı hayalgücünün geldiği noktayı görmek için, başrollerinden figüranlarına kadar "aa ben bu adamı hangi filmde görmüştüm?" diye beyin cimnastiği yapmak için, Nolan'ın kendine has fizik kurallarını dünyasına nasıl uyguladığını ve otelde geçen sahneleri görmek için cevabı verilebilir. Bu filmi niye izlemeyeyim diye sorancak olanlar için verecek cevabım yok; Allah'ınızdan bulun.

7 Ağustos 2010 Cumartesi

Solomon Kane


2009 yapımı bir Michael J. Bassett filmi Solomon Kane. Fantastik bir film, hangi dönemde geçtiği hakkında bir fikir vermeye çalışıyormuş gibi yapsa da yok öyle birşey. Diğer düşük bütçeli çizgi roman uyarlamalarındaki gibi araya sıkıştırılmış zevzek karakterler, baş kahramanın izleyen tüm yaş gruplarına kendini sevdirmek için yaptığı abuk sabukluklar bu filmde yok. Yani karakterler "Ehe ehe, senaryo da yönetmen de beş para etmez ama biz de oynuyoruz işte, ekmek parası n'apalım?" demiyor diğer örneklerin aksine. Ha film iyi mi oluyor böylece; kesinlikle hayır.

Filmin başrolünde oynayan, hep benzer rollerde takılan James Purefoy. Yakışıyor adama böyle tiplemeler de, yapıştı kaldı adamın üzerine. Yaşı da geçiyor; bir romantik komedide falan oynatsalar da, erken emekli olmak zorunda kalmasa.

Neyse, böyle bir film için lafı uzatmanın alemi yok. Düşük bütçeli, sessiz sedasız vizyona giren, görsel efektlerde masraftan kaçınılmış ve tüm bunlara rağmen kendini ciddiye alan filmleri sevenler izlesin bunu. Oyuncu kadrosundaki sürprizleri görmek için de izlenebilir tabii ki; şaşırtma konusunda başarılı olacaktır bu çapta bir film için. İzlemek için başka bir neden aramayın; bulamazsınız.

3 Ağustos 2010 Salı

Tystnaden - Sessizlik

---İzledikten sonra okunsa daha bir iyi gibi sanki---

1963 yapımı, adı gibi sessiz sedasız bir İngmar Bergman filmi Tystnaden. Bu adamcağızda bir rahatsızlık var; romanla hatta şiirle bile anlatılamayacak komplike duyguları ve psikolojik olayları konu alma. Bu nedenle herhangi bir Bergman filminde kendinizi başrolde görebilirsiniz; bir kadın olsa da Ester karakterinin bana benzerliğini görünce dehşete kapıldım. Kendisine ait bir resim görmedim henüz ama sanırım bu filmi çekerken bütün saçlarını yitirmiştir. Zaten Bergman filmlerinde her zaman (3 film izledim artislik yapıyorum, evet) spesifik karakterler vardır ve ruh hallerine yolculuk yapılan bu karakterlerin psikolojileri çok matematikseldir; her davranışın altında gizli bir neden vardır, her deneyim bir huyu tetikler, bıdı bıdı. Bununla birlikte, karakterlerin davranışlarının farklılıklarını ise algıları belirler. Yazarken bile anlamakta zorluk çektiğim bu "şey"i Bergman yemiş bitirmiş ve bunu karakter üretmek için basit bir yöntem olarak kullanmış filmlerinde. Şimdi bu savın ışığında filmin ana fikrini anlatmayı deneyeceğim; "kısaca" şöyle:

"İletişim kurmak insan için temel bir ihtiyaçtır fakat bu ihtiyacı görmezden gelmek d
e bir tercihtir. Herkesin kendine özgü bir iletişim kurma biçimi vardır ve bu biçim insanların birbirlerine olan tahammüllerini etkileyen birincil faktördür.

Sevginin en saf biçimi beklentisiz, çıkarsız olandır ki bu sevgi asla karşılıklı olmaz. Seven kişi hayatının düzenini sevdiğine faydalı olmak ve onunla birlikte olmak için değiştirmeye hazırdır veya halihazırda değiştirmiştir; bu yüzden bu tek taraflılık, seven kişinin (A kişisi) haksızlığa uğramış hissetmesine yol açar ve umutsuzluğa sürükleyip saldırganlaştırır. Sevilen kişi (B kişisi) için gördüğü ilgi fazla gelecek, yoğun ilginin altında bir çıkar arayıp bulamayınca o da agresifleşecek ve gördüğü ilginin yoğunluğu yerine A kişisinin agresifliğine odaklanıp ilgi algısının yerini nefret algısıyla dolduracaktır. B'yi bunalıma sürükleyen, gördüğü ilgiyi hak etmediği düşüncesidir fakat bu durumu kabullenemeyişini A'nın kibirli oluşu ilüzyonuyla örtmeye çalışır: A, B'nin kendisine zarar veren hareketlerini tanımlamakta, bu hareketlere son vermesi için telkinlerde bulunmaktadır; yani B'yi kendisinden daha iyi tanıdığını iddia etmektedir ki, bu kibirdir B için. B kendisini aşağılanmış olarak görmeyi tercih edecek, kolayına kaçacaktır. Burada A iletişim kurmak isteyen taraf, B ise iletişim kurmaktan delicesine kaçan taraftır. A'nın iletişim kurma isteği karşı tarafın engeline takıldıkça A bunalıma girecektir. B ise iletişim kurmamak adına aşırı hareketlerde bulunacak, kendi dikkatini dağıtmak için çaba sarfedecektir. Kendi zararlı hareketlerinin zararlarını kabul edecek fakat bu hareketleri ortadan kaldırmayı reddedecektir; B bu hareketlerini kişiliğinin birer parçası olarak göstermeyi seçecektir ve bunu yaparken şiddetli yollara baş vuracaktır. Bu B'nin amacına hizmet eden bir savunma mekanizmasıdır çünkü A'nın temel isteği gösterdiği ilginin karşılığını beklemekse de, kendine koyduğu amaç B'yi kendi kendisiyle hesaplaşmaya zorlamaktır. B'nin ilgisini kaybetmek, öngörmediği bir sonuç değildir ve bunu kabullenmeye çalışacaktır (ama başarısız olacaktır). Kısacası B'nin kaçmaya çalıştığı A değil, kendisidir. A, B'nin kendi benliği ve vicdanıyla arasında köprü olma görevini üstlenmiştir ama B, kendisiyle karşı karşıya gelmekten korkmakta, kendisiyle hesaplaştığında borçlu çıkacağını bilmektedir.

A'nın ilgisi, karşılık göremeyişinden ileri gelen sert tavır ve B'yi kendisiyle hesaplaştırmada başarısızlık; B'nin eline A'yı suçlamak için yeni bir koz verecektir: Yargı. B, A'yı kendi değerlerini yargılamakla suçlayacak, A'yı ötekileştirmeye çalışacaktır. A ve B'yi çözümsüzlüğe itecek olansa, iki tarafın da kendisinin nerede haksız olduğunu görememesi durumudur. A haklıdır; B hareketlerinin zararını görecektir ve bunun önüne geçmek için çabala
makta, b'nin acı çekmesini veya kaybetmesini engellemeye çalışmaktadır. B haklıdır, hiç kimsenin bir diğerini yargılamaya hakkı yoktur, yargılamak kişinin özgürlüğüne müdahale etmektir. Ancak kişilerin duygularının net bir şekilde birbirlerine iletilmesi durumunda iletişim sağlanabilir: A, B'nin acı çekmemesi için çabalamaması gerektiğini anlamalıdır; B öğrenmek için acı çekmek ve defalarca kaybetmek zorundadır; hatta belki hiç kazanamayacaktır. B, A'nın amacının saflığını anlamalı, bir yargıyla karşılaşmaktan korkmak yerine kendi iyiliği adına A'nın fikirlerine kulak vermelidir."

"Özet geç piç" dediğinizi duyar gibi oldum ama bu bir İngmar Bergman filmi. Adamın aklını alır aklını. Burnumdan beyin sıvım akarak yazdığım bu yazıdan birşeyler anlayıp beğenen olursa çok sevineceğim, çünkü yazdıklarımdan hiçbir şey anlamadım. Kafa bırakmadı bende.

1 Ağustos 2010 Pazar

Persona

1966 yapımı bir Ingmar Bergman filmi Persona. Bergman filmi olduşundan mütevellit yine psikanaliz, yine ahlaki değerler, yine Bibi Andersson, yine Liv Ullmann. Hiç ses çıkarmadan dünya kadar şey anlatan bir film.

Öncelikle "persona" nedir ona bir bakalım: Kelime anlamı olarak "maske". Aynı zamanda analitik psikolojinin kurucusu Carl Gustav Jung tarafından ortaya atılmış bir kavram. Jung'a göre insanların yaşam alanlarına, çevrelerine, ortamlarına göre farklılık gösteren personaları olabilir. Bazı çevreler, diğer çevrelerde sergilenen duyguların bastırılmasını zorunlu kılıp başka duyguların ön planda yeralmasını isteyebilir. Kısaca bir insan gün içerisinde bile bir ortamda diğerindekinden taban tabana zıt bir kimliğe bürünebilir. Sorun, hangisinin kişinin gerçek kimliği olduğudur.

Film bir ders gibi. Açılışındaki ilk beş dakikada zaten birşeyler olacağını anlıyorsunuz psikanalizle ilgili. Psikanalizin eğildiği ne kadar tema varsa bir resmi geçit yapıyor gözlerimizin önünde. Film hakkında aslında dahasını söylemek spoiler vermek olur. Rahatlıkla söylenebilecek birşeyler varsa onlar da film boyunca kişilik bölünmesi, depresyon ve paranoya hakkında ders alacağımız, mükemmel oyunculuklar izleyeceğimiz, görsel anlamda zamanının çok ötesinde sahneler izleyebileceğimizdir; özellikle 1:11:20'de sonlanan sahne.

Değinmeden geçemeyeceğim; Bergman yine kırmış geçirmiş. Varoluş üzerine söyleyecek şeyleri her zaman var zaten bu adamın. İnsanların kendilerindeki sınıf farkı algısına vermiş veriştirmiş; insanları statülerinden arındırıp ortak yönleriyle ele almış. Bunu yaparken de uyarmış; izleyicinin gözüne sokarak "geliyor şimdi eleştiri" demiş ( Alma: "Elleri kıyaslamak uğursuzluktur, bilmiyor muydun?). En değişiği de, bir tabu olarak ahlakın değerinin ancak sınırları aşıldığında anlaşılabileceğini vurgulamış yine. Bergman filmleri ahlakı gereksiz bir tabu olarak görüyormuş, yerden yere vurmayı görev edinmiş gibi bir his yaratır ilk kez izleyenlerde. Tam bir Freud öğrencisidir bu konuda: "Cinsellik bir tabudur, korunmalıdır; ama cinselliğin ne kadar önemli ve korunması gereken bir tabu olduğunu ancak o tabuyu yıkarak öğrenebilirsiniz ki; bu yıkılan tabu ruhunuzu savunmasız bırakmadan tekrar inşa etmelisiniz." Zaten bu tabunun yıkılmış ve zamanında tamir edilmemiş halini de "Tystnaden - Sessizlik" filminde işlemiş, o da bir not olsun.

Son olarak; niye izleyelim bunu derseniz insan beyninde ve ruhunda müthiş ve yoğun bir yolculuğa çıkmanız için derim; bir buçuk saat bile değil. Bir başka neden Bibi Andersson'un güzelliği olabilir ki, çok da geçerli bir neden olur. Bir de İskandinav filmlerindeki o durgunluğun, durağanlığın bir gelenek olduğunu, sonradan ortaya çıkmadığını görmek için izlenebilir. Niçin bu filmi izlemeyelim diye soranınız olursa da son derece durgun olduğu ve çok fazla metafor içerdiği için izlemeyin diyebilirim. Bu nedenlerle bu filmi seyretmeyecek olanlar için önerim Fast and Furious, Matrix, Borat falan.